Metabolik sendrom; tip-2 diyabet, kalp-damar hastalığı ve bazı kanserler gibi önemli hastalıkların gelişiminde de başlıca etkenler arasında gösterilen obezite, insülin direnci, bozulan glikoz toleransı, dislipidemi, hipertansiyon gibi risk faktörlerine bağlı olarak ortaya çıkan önemli bir sağlık sorunu olarak tanımlanıyor. Hiç şüphesiz, sağlık sorunlarının hemen hemen tümünde olduğu gibi oksidatif stres ve enflamasyon başlıca risk faktörleri olarak ön plana çıkıyor. Obesite önemli bir risk faktörü olarak, kronik düşük-dereceli enflamasyon ve artan oksidatif stres ile tetiklenen ve adipoz dokudan salgılanan adipokinler ile sürdürülen bir dizi tepkimenin ortaya çıkmasına yol açıyor. Adipokinler kardiyovasküler hastalık ve karaciğer yağlanması (alkole bağlı olmayan yağlı karaciğer) sorunlarının oluşumunda da rol oynamaktadır.
Metabolik sendrom, bir grup hastalıkların yol açtığı bir semptom olması nedeniyle, tek bir tedavi yaklaşımının başarılı olması söz konusu olamaz. Bu nedenle tedavi stratejilerinin bireysel farklılıklar da dikkate alınarak, farklı yaklaşımlar ve uygulamalar ile ayarlanması gerekiyor. En önemli sorun ise, bu bireysel farklılıklar nedeniyle insan çalışmalarının sayısının son derece az olması, bazı epidemiyolojik verilere bağlı düzenlemeler yapılmaya çalışılması. Araştırma bulguları çoğunlukla deney hayvanları üzerinde yürütülen çalışmalara dayanıyor. Tabi burada da deney hayvanı (çoğunlukla yüksek yağlı besin verilen fare/sıçan) metabolizması ile insan metabolizması arasındaki farklılık kesin bir çözüm arayışına engel oluyor. Gerek deney hayvanı ve gerekse insanlar üzerinde yürütülen çalışmalarda ise sonuçların bazen olumlu ve bazen de olumsuz olması kafaları karıştırıyor. Tabi bu farklılık, yukarıda da vurgulamaya çalıştığım gibi, hastalığın bireysel olarak farklı şekillerde semptomlarla seyretmesi nedeniyle gayet doğal, bence.
Metabolik sendrom semptomlarının kontrolünde yararlanılabilecek literatürde yer alan bazı bulgularda bahsetmek istiyorum.
Kahve ve kafein
Kahve kafein türevi alkaloitlerin yanı sıra klorojenik asit, trigonellin, diterpenler (kafestol ve kahweol) bakımından zengindir. Kavrulan kahvede ise Maillard reaksiyonu ürünleri olan aldehitler, ketonlar, dikarboniller, akrilamitler ve heterosiklik aminlerin yanı sıra melanoidinler ve ileri glikasyon son-ürünleri meydana gelmektedir. Melanoidinler kavrulmuş kahveye karakteristik renginin (kahverengi) yanı sıra istenen aromasını veren bileşenlerdir. Melanoidinler “prebiyotik” etki gösterir; kalın bağırsağa kadar sindirilmeden gelerek orada mikroflora ile fermente olarak yararlı probiyotik bakteriler olan Bifidobakterilerin gelişimini sağlarlar.
Yüksek-yağ içerikli beslenen deney hayvanlarında kahvenin vücut ağırlığını, vücut yağ oranını ve karaciğer trigliseritlerinin azalmasını sağladığını gösteren araştırmalar bulunuyor. Dolayısıyla kahvenin metabolik semptomlarının önlenmesinde yararlı olabileceği düşünülüyor. Ancak bu konuda insanlar üzerinde yürütülmüş klinik çalışmalar yok, çoğunlukla epidemiyolojik verilere dayanıyor. Bu etkinin kısmen kafein içeriği ile ilişkili olabileceği ileri sürülüyor. Kafein bir fosfodiesteraz enzim inhibitörü etkisinin yanı sıra adenozin reseptör antagonisti. Yürütülen çeşitli deney hayvanı çalışmalarında vücut ağırlığı, total kolesterol, karaciğer yağ oranı, abdominal yağ gibi parametrelerde azalma sağladığı gözlemlenmiş. Diğer taraftan, kafeinsiz yeşil kahvede de benzer etkinlik görüldüğü bildiriliyor; vücut yağ oranı, adipozit çapı, leptin (iştah hormonu), plazma trigliserit seviyesi, adinopektin vb. parametrelerde azalma sağlamış.
Yeşil kahve çekirdeklerinin bileşeni olan klorojenik asit’in de vücut ağırlığında, karaciğer yağlanmasında, serum trigliserit ve total kolesterol seviyelerinde azalma sağladığı, glikoz toleransını ve insülin direncini düzenlediği yüksek yağlı besin verilen fareler üzerinde yürütülen çalışmalarda gözlemlenmiş. Diğer taraftan, bir başka araştırmada klorojenik asit ile kafein kombinasyonunun farelerde vücut ağırlığında ve karındaki yağ oranında azalma sağladığı bildiriliyor.
Vitaminler
Obezite tedavisinde ya da önlenmesinde vitaminlerin bir rolü olabileceğine yönelik herhangi bir bulgu ya da bilgi bulunmuyor. Ancak obez bireylerin UV radyasyonuna maruz bırakıldığında düşük oranda D3 vitamini ürettikleri gözlemlenmiş. Obez çocuklarda beden-kütle indeksi ile vücuttaki D vitamini içeriği arasında bir ilişki bulunduğu gözlemlenmiş. Bunun nedenini de obez çocukların dışarıda daha az oynamaları nedeniyle güneşe daha az maruz kaldıklarından D vitamini oranının az kaldığı şekşinde açıklamaya çalışmışlar. Benim aklıma hiç yatmadı, doğrusu! Nitekim 6 ay süre ile 1.000, 2.000 ve 4.000 ünite D vitamini verilmesi ile obez bireylerde serum D vitamini seviyesi artırılmasına rağmen beden-kütle indekis , vücut ağırlığı gibi parametrelerde herhangi bir değişim sağlanamamıştır. Başka çalışmalarda da obez bireylerde A, B6 ve C vitaminlerin seviyesinin düşük olduğu bildiriliyor.
Prebiyotikler
Vücutta sindirim enzimleri tarafından sindirilemeyen ve kalın bağırsakta fermente olarak bazı yararlı bakterilerin gelişimini sağlayan karbonhidratlara verilen genel isimdir. Kalın bağırsakta fermentasyonu sonucu ortaya çıkan asetik, propiyonik ve bütirik asit gibi kısa zincirli karboksilik asitler insan sağlığı bakımından son derece önemli. Aslında normal günlük beslenmemizde bu özelliklere sahip besinler sıklıkla yer alabiliyor; enginar, soğan, sarımsak, pırasa, yer elması, muz, domates, gölevez, hindiba gibi sebzelerde bulunan galakto-oligosakaritler, frukto-oligosakaritler, oligofruktoz, inülin, malto-oligosakaritler, dirençli nişasta tipi bileşenler bu grup altında yer alıyor.
Yüksek yağlı besin verilen farelerde 14 hafta süresince diyetine %10 oligofruktoz ilave edilmesi halinde bağırsak Bifidobakteri türlerinin arttığı bildiriliyor. Bu yararlı bakteri glukagon-benzeri peptit-1’in prekürsörü ve vücut ağırlık artışını durdurduğu, günlük enerji alımını, adipoz doku ağırlığını ve organların içinde adipoz enflamasyonu azalttığı gözlemlenmiş. Bu etkiler sonucu glikoz toleransının düzeldiği, glikoza bağlı insülin sekresyonunun azaldığı tespit edilmiş. Bu konuda deney hayvanı çalışmaları bulunmasına rağmen, henüz insanlar üzerinde ne şekilde bir etkisi olabileceği bilinmemektedir.
Probiyotikler
Araştırmalar bağırsak florasının kilo kontrolünde etkili rol oynayabileceğini gösteriyor. Ancak bu konuda farklı mikroorganizmalarla farklı sonuçlar elde edilebiliyor. Mesela bazı Laktobasil ve Bifidobakteri suşları kilo verdirirken, bazıları kilo aldırdığı gözlemlenmiş. Bu konuda ileri zamanlarda önemli gelişmeler sağlanabileceği ümit ediliyor.
Yağ yakıcılar
Esmer yağ, bağlanmamış bir protein olan termojeninin tek kaynağıdır. ATP sentezi sırasında normal mitokondriyal işlevi engelleyerek ısı açığa çıkmasını sağlar ve bu suretle enerji depolarını azaltır. Deney hayvanı ve insanlarda soğuk ısılarda esmer adipoz dokunun etkinleşerek yayıldığı ve bu suretle kilo kaybı sağlanabildiği bildirilmektedir. Bazı bitkilerin beyaz adipoz dokuda adipositlerin işlevsel esmer adipositlere dönüşümünü sağlayarak enerjinin harcanmasını ve dolayısıyla kilo kontrolünde yararlı olabildiği yapılan araştırmalar ile ortaya konulmuştur. Bu bitkiler arasında çay, kahve, guarana, mate gibi kafein taşıyanlar; narenciyeler (greyfurt, turunç, portakal), soya fasulyesi, kırmızı biber, ahududu yer almaktadır. Biberiye yapraklarının da kilo kontrolünde yararlı olduğunu gösteren bazı deney hayvanı çalışmaları bulunmaktadır. Etki şekline yönelik çalışmalarda yine adipoz doku üzerinden etkinliğinin yanı sıra, bağırsaklarda yağ atımını artırdığı bildirilmektedir. İnsan çalışmasında 4 hafta süresince günde 10 gram yaprak verilen 20-57 yaşları arası kadın/erkek gönüllülerde açlık kan şekerinin (%18), total kolesterolün (%34), LDL-kolesterolün (%34), trigliseritlerin (%29) ve malondialdehitin (%36) azaltılabildiği tespit edilmiş. Bu bakımdan biberiye metabolik sendrom semptomları için uygun gibi görünüyor. Ancak uçucu yağında bulunan keton bileşenleri nedeniyle fazla tüketilmesinin karaciğer üzerinde olumsuz etkileri olabilir.