Anne bedeninden ilk ayrıldığımız andan yaşamımızın son anına kadar nefesimiz ile canlı kalıyoruz. Son nefesimizle de bu dünyadan göçüp gidiyoruz.
Bir bebek doğduğunda en sağlıklı, açık “doğal nefes” ile doğar. 2-3 yaşlarında bu nefesi limitlemeye ve bozmaya başlarız. Bu yaşlarda ego bilincinin gelişmesi ile “Ben de varım” kavramı ortaya çıkar, yargılar da bu noktada başlar. İçine doğduğumuz aile, büyüdüğümüz coğrafya, ait olduğumuz kültür, sosyal çevremiz, eğitim hayatımız ve birçok dış etken kimliğimizi belirler. “Ben” algısındaki ego bilinci, tutunmak istediklerini ve kaçmak istediklerini belirlemeye başlar. Neşe, mutluluk, heyecan gibi duygulara tutunmak isterken korku, endişe, stres, öfke gibi duygulardan kaçmayı seçeriz. Böyle durumlarda da nefesimize sık sık müdahale ederiz. Aslında doğal olan nefes bu sık müdahalelerden dolayı limitleyici ve disfonksiyonel bir nefes alışkanlığına dönüşür zamanla.
Solunum ve Nefes, ayrı kavramlardır. Solunum, bir beyin sapı (medulla oblangata) refleksi, Nefes ise bir davranış modelidir. Nefesimizi duygu değişimlerine göre hepimiz farklı kontrol ederiz. Nasıl düşünüyorsak öyle nefes alır, nasıl nefes alırsak öyle davranırız ve davranışlarımız kaderimizi belirler. İçinde yaşadığımız toplumun ve kültürün desteklediği doğrular ve kınadığı yanlışlar ışığında özümüzden uzak, benliğimizden kopuk yaşamlarda sıkışıp kalabiliriz. En büyük amacımız mutlu olmak, toplumda kabul gören, sevilen ve sayılan sosyal bireyler olmaktır. Kabulü, sevgiyi, saygıyı kendimizde aramak yerine dışarda aradığımız için dış etkenlerin doğru-yanlış yargılarından, özümüzden uzaklaşıp başkalaşırız.
Kendimize objektif olarak dışardan bakabilmeyi kaçımız başarıyoruz? Çevremiz konusunda olduğu kadar kendimiz konusunda da iyi birer gözlemci miyiz? Yaratımdaki dualiteleri iyi-kötü, doğru-yanlış hikâyeleri ile ayırarak, eksi hanesine doldurduğumuz her şey gün geliyor kabusumuz oluyor: “Aman olmasın!” dediğimiz, direnç gösterdiğimiz ne varsa deneyimler hale geliyoruz ya da deneyimlememek için korkarak yaşayıp kendi ördüğümüz duvarlar içinde hapsolup hastalanıyoruz.
Sağlığımızı tehdit eden 200 kadar hastalığın tabanında, hiperventilasyon olarak da bilinen aşırı nefes alma eğilimi, yani hipokapninin yattığı biliniyor. Ve bilimsel çalışmalara göre yüzde 90’a yakınımız solunum kimyamızı bozacak nitelikte, disfonksiyonel nefes alışkanlıklarına sahibiz. Stres, anksiyete, depresyon, sürekli yorgunluk hali, migren, reflü, tiroit, kronik akciğer hastalıkları, kronik bağırsak hastalıkları ve anaerobik hastalıklar... Doğal nefes tüm bu hastalıkların önünü büyük ölçüde keserken, doğal nefese sahip kişiler, güçlü bir bağışıklık sistemine, enerjik bir bedene, cinsel performansa, kaliteli bir uykuya, canlı bir cilde, güçlü hafızaya, güçlü konsantrasyona, güçlü kavrama yeteneğine, güçlü empati duygusuna, blokajlardan arınmış bir duygusal yapıya, yüksek duygusal zekaya, içsel huzura, seri ve doğru karar alma kapasitesine sahiplerdir.
Nefes, kendimizle ilişkimizde, kim olduğumuzu ve ne istediğimizi, bizi bize fark ettiren en güçlü dönüşüm araçlarından biri. Yargı duvarlarının ötesinde, yüksek bilinç-ego dengesinde kendimizle bütün olarak, en yüksek potansiyelimizi gerçekleştirmek adına her “doğal nefes” seansı, fiziksel, zihinsel ve ruhsal seviyede tüm etkilerini hissedebileceğiniz muazzam bir deneyim.
Kendini bilen dünyayı bilir. Neyi, neden yaşadığını bilir. Özünü bilen yüksek bilinçteki insanlar her duyguyu kabulle yaşayabilen ve olaylara, olanlara, insanlara takılmadan yürüyenlerdir. Değişen her türlü koşula rağmen, hizada ve uyumla yaşam boyu ilerlerler. An’da kalmanın esas tanımı, “anda ve akışta olmak”, geçmiş ve gelecek kaygısından kurtulmuş, tüm duygularla barışık, çabadan uzak, şimdide berrak bir zihinle her türlü değişen koşula kolay uyumlanan, farkında, zinde ve uyanık yaşamaktır. Hakikat, gerçek ve gerçekliğimiz, gerçek gücümüz, oluş halindeki andadır.